17 Mayıs 2012 Perşembe

Büyük Çatışma: Sanatçılar ve Toplumlar

Fazıl Say
Hıncal Uluç hakkında herhangi bir düşüncem yok. Nötr hissiyatlara sahibim. 16 Mayıs 2012, Sabah Gazetesindeki köşe yazısında "Git Fazıl git!" başlıklı bir yazı paylaştı. Yazıda Fazıl Say'ın son dönemlerde gündemi müzisyenliğinden ziyade, sosyal medya üzerinden sivri çıkışlarıyla ön planda olmasını ve Kültür Bakanı Ertuğrul Günay ile arasındaki diyaloglarına atıfta bulunarak Fazıl Say'ı savunuyor; ya da onun üzerinden diğer tüm sanatçıları anlamamızı istiyor.
Sanatçıyı anlayacaksınız.. Onun kafası bizimkinden çok farklı.. Onun için yaratıcı zaten..Babam "Delilikle deha arasında bir saç kılı kadar ince fark var" derdi..Bakın tarihteki büyük sanatçılara.. Neler demişler, neler yapmışlar, nasıl yaşamışlar?..Bizim ölçümüzle "Normal"e rastlayamazsınız.. Normal olsalar bizim gibi oturur, laf üretirlerdi.. 

Gazetedeki yazıda Hıncal Uluç'un üzerinde durduğu konunun temeli budur. Sanatçıların dünyaya bakış açıları ile sanat ile ilgilenmeyen veya kendini sanattan uzak tutan, o dünyadan soyutlayan insanların bakış açısı birbirinden çok farklıdır. 

Daha önce Alain de Botton'ın Görmek ve Fark Etmek kitabından bir alıntı yaparak örnek vermiştim. Tekrar o düşüncenin üzerinden geçmek istiyorum. Alain de Botton, ressam olan ile olmayan insanı özetliyordu. Ressamların ağaçların, çiçeklerin vs. bulunduğu bir yerde ressamların çevreyi tüm detaylarıyla inceleyebildiğini, hiçbir detayı atlamadığından bahsediyor. Herhangi bir insanın ise o görüntü için "Evet çok güzel yeşillik, ağaç falan" diyerek sıradanlaştırdığını söylüyor. (Kitapta geçen paragraf tam olarak böyle değil)

Alain de Botton'ı anlamak için Jan Vermeer'in resimlerini inceleyebilirsiniz. Örneğin; "Lady Standing at a Virginal" resmindeki detaylara bakalım.

Jan Vermeer - Lady Standing at a Virginal
*3,660x4,189 olarak incelemek için tıklayın. 

Gün içinde bir sürü mekana girip, çıkıyoruz. Hangi girip çıktığımız yerin detaylarını merak edip inceliyoruz. Çalıştığımız yerleri düşündüğümüzde etrafımızda gördüğümüz şeylerin algısı beynimizde oluşuyor mu? Hayır oluşmuyor. Hoş koca bir gökdelende bizim için oluşacak şey kocaman bir hiçtir. Belki de bu yüzden gösterişli mimarilerin altında ezilen güzel şeyleri görmezden geliyoruz. 

Alain de Botton'ın değindiği konuya dönersek; resimde inanılmaz detaylar var. Resmin sol alt köşesinde, yerin duvarla kesiştiği yerlerdeki işlemeler, fügürler tamamen o detayı görmekle ilgilidir. Jan Vermeer sadece piyanist kadını çizer ve etrafındaki detayların üzerinden hızlıca geçerek resme son fırçayı vurabilirdi. Jan Vermeer'i bana göre bir çok isimden üstte tutan şey bu detaydır. Jan Vermeer, bu işin üzerine o kadar çok eğilmiştir ki, tablo içinde üç adet farklı tablo yapmıştır. Resimdeki diğer bir detay ise camdan evin içine gölgelerdir. Resmi belkide en gerçekçi kılan şeyde bu gölgelerdir. Cam kenarından gölgelerin geçmesine izin verip orada bırakmamış Jan Vermeer; sandalyenin üzerinde oluşan gölge ve sandalyenin raptiyelerine varana kadar inceleyerek bunu resme aktarmış. Hatta yine 'normal şartlarda' gözden kaçacak bir detay daha var resimde. Sandalye ve Piyano'nun arasında kalan ve en başta bahsettiğim yer ile duvarın birleştiği noktadaki figürler çok net bir şekilde sandalyenin üzerinde de devam ediyor.

Jan Vermeer örneği; Alain de Botton'ın Görmek ve Fark Etmek kitabındaki düşüncesinin doğruluğunu net bir şekilde kanıtlıyor; ve tabi Hıncal Uluç'un, Fazıl Say ile ilgili düşüncelerini aktarırken söylediği cümlelerin doğruluğunu da kanıtlıyor. 

Bu yüzden Fazıl Say'ı ya da herhangi bir sanatçıyı eleştirirken, herhangi bir insanı eleştirdiğimizden farklı yaklaşmalıyız. Bu sadece sanatçıların dünyaya bıraktıkları eserler ve yıllar sonra algılanmasıyla alakalı değil; aynı zamanda sanatçıların kendi içinde bir kaç farklı senaryo ile düşünebilmeleri ile alakalıdır. Jan Vermeer gibi raptiyenin parlaklığı, gölgenin değdiği her noktayı düşünebilmesi ile alakalıdır. Bu yüzden söz konusu eleştiriyi çözümlemek için bu iki insan arasındaki farkı doğru algılamakta fayda olacaktır. 

Prof. Dr. Şafak Ural
Bu düşünceler üzerine düşünürken, dün akşam Twitter'da Birbabaindie'ye görünmeyen bir katkı ve destek sağlayan Gizem Satıroğlu, Prof. Dr. Şafak Ural'dan bir yazıyı retweetledi. Prof. Dr. Şafak Ural diyor ki;

"Duyguların sanat yoluyla ifade edilmediği yerde kavga vardır. Herkes kendi düşüncesinin doğru olduğuna inanır."

Bu cümle konuştuğumuz konunun önemli bir kısmını oluşturuyor. Şunu belirtmek gerekir. Sanatçı olmayan ya da bu şekilde sanatla ilgilenmeyen insan ahlaksızdır, geri kafalıdır demek asla değildir. Sadece sanatçı olmayan ya da sanatla ilgilenmeyen insanlar ile sanatçı olan insanların arasındaki diyaloglarda sürekli bir çatışma vardır. Fazıl Say ve ona saldıran tüm insanların arasında geçen diyaloglarda bunun örneğidir. 

Bu tür saldırı durumunda iki insan arasında dev duvarlar örülüyor; fakat bu duvarın sahibi kesinlikle sanatçı olmuyor. Karşı taraf bu duvarı yıkmadığı sürece bu çatışmanın boyutu çok büyük ahlaksızlıklara kadar gidiyor. Hıncal Uluç'un da bahsettiği, Fazıl Say'ın dudak özrü ile alay edecek kadar ahlaksızlaştırıyor. 

Toplum her zaman kendinden olmayanı dışlamıştır. Onu anlamak, sindirmek yerine her zaman onu çemberin dışında tutarak yanına sokmamıştır. Onu yanına almak, herhangi bir düşünce üzerinde fikirlerini dinlemek yerine hem söz ile hem fiziksel olarak ahlaksızlıklar doğurmuştur. Bu şuna benzer; Anarşi, kimi insanlar için sadece devlete karşı çıkan bir grup insan tepkisidir. Kimse anarşinin özünü sorgulamaz. Söz konusu tek şey kendi düşüncesini savunan ve temsil eden devlete karşı, karşıt bir düşüncenin oluşmasıdır. Buradaki en vahim şey kendi savunduğu düzenin içerisindeki düşüncelerin "hatasız" olduğuna inanmasıdır. 

Samuel Beckett
Sanata ve sanatçıya bu kadar anlamlar ve misyonlar yüklemek yerinde bir hareket olabilir; fakat Beckett'e de kulak vermek gerekir. Leo Bersani ve Ulysse Dutoit'in ortak kaleme aldığı Fakir Sanat, Beckett, Rothko, Resnais kitabında şöyle bir paragraf var. 

Sana söyleyecek çok az şeyim var (belki de hiçbir şeyim yok); sana gösterecek çok az şeyim var (belki de hiçbir şeyim yok). Bunu başka türlü ifade edersek; Yapıtımın otoritesi yok. Ondan hiçbir şey öğrenemeyeceksin; ondan hiçbir ahlaki kazanç sağlayamayacaksın; hatta yaşamın değerini, sanatçının sana sağlama yükümlülüğü olduğuna inandırıldığın sevinçle ya da üstün zevkle artıramayacaksın. 


Kitaptaki alıntıda da bahsedildiği üzere, yapıtlar her zaman için topluma bir şeyler vermek zorunda değildir. Burada, sanatçının, kendi iç dünyasından ürettiği yapıt ile arasındaki 'iyi anlamdaki bencilliğinin' vurgusu vardır. 

İşin esasında misyonların eşit miktarda insanlara dağıtılması esastır. Sanatçıyı bir konu üzerinde fikir beyan etmekten kaçıran, toplumun ta kendisidir. Bu en basit anlamda Türk toplumunda bir erkeğin küpe takmasıyla eş değerdir. Eğer küpe takarsanız, homofobinin, sadece 'homo'sunu bilen ve bir argodan öteye algılamayan insanlar tarafından doğrudan ya da dolaylı yollarda eleştirilir hatta çoğu zaman hakarete uğrarsınız. Bu insanlarla bir şeyleri tartışmak, ortadaki meselenin özüne inip, onu çözümlemek hiçbir zaman mümkün olmamıştır.

Kenan Güvenç'den öğrendiğim mimari anlayışının, daha doğrusu tasarımının özünü oluşturan etmenlerde de bu anlayış vardır. Toplumun yaşamını sürdürülebilir binalar tasarım değil, ihtiyacı gidermektir. Bunun dışında bir binayı betondan öte algılamak, tasarım kabiliyetini zorlamak ise gerçek anlamda tasarımdır. Bunu algılamayan insanların gözünde bir gökdelen çok şey ifade ederken, çatısı standartların dışında tasarlanmış bir bina insanlar tarafından kolayca yargılanabilir. 

Yani özetle toplumlar ve sanatçılar arasındaki çatışma her zaman yeni uçurumlar doğuracaktır. Bir sanatçıyı inzivaya zorlayan, devamlı bir kaçma hissiyatıyla yaşamasına sebep olan şeyde bu uçurumun derinliğidir. Mesele düşme korkusundan daha çok o toplumun bulunduğu kara parçasından uzaklaşma üzüntüsüdür. Bu yüzden sanatçılar için maddi değerlerden çok toplum tarafından takdir edilme, alkışlanma arzusu tarif edilemez anlamlar oluşturmaktadır. 

John Fante
John Fante kitaplarında sürekli  yazı yazabilmek için ailesinden uzakta yaşamayı tercih etmiştir. Losangeles Yolu bu ayrılışı anlatmaktadır. Bunker Tepesi Düşleri'nin bir kısmında tekrar eve dönüyor. Orada bizim yukarıda bahsettiğimiz toplumdan kişilerin bir benzerinin bulunduğu partiye katılıyor. Fakat orada kavga ediyor ve birazcık dayak yiyor. Gece yarısı eve döndüğünde hiç beklemeden tekrardan Bunker Tepesi'ne dönüyor. Arturo Bandini, her zaman bu kavganın içindedir. İronik bir şekilde sürekli 'Büyük Yazar' vurgusunu kendisine yapar. Bu tavır onu hiçbir zaman 'küstah' ve 'ukala' bir karakter olarak algılanmasını sağlamaz. Çünkü; Arturo Bandini'de oluşan bu 'naif küstahlık' aslında onun toplumla arasındaki çatışmanın bir yansıması, bir isyanıdır. Yalnızlaşmasını ve sürekli uzaklaşma hissiyatına etki eden nedenlerden biridir. 

Yazıyı noktalarken, sanatçıları toplumdan uzaklaştıran ve sürekli çatışma içinde sokan şeylere dikkat çekmek istiyorum; ve Prof. Dr. Şafak Ural'ın söylediği sözün derinliğini çok iyi algılamak gerektiğini düşünüyorum. 

Esenlikler.

(...)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder